XXX. Elif Şafak’ın Didaktik Romanı ‘İskender’; Boşluğun İkiz Kemikleri

“Şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır. En derin yaralar ailede açılır, kabuk tutsa bile kanar hikâye, içten içe…” Elif Şafak, Yazar

Bir romancı, parlak, yıldızlı/yaldızlı göğüyle bir fânus içinde yazar romanını. O fânusunda yalnızdır; bir büyücü gibi parmaklarını oynatır ve fânusun içinde özgürce uçuşan harflerini dilediği dizilişlerle sözcüklere, cümlelere ve parağraflara dönüştürür. Parmaklarındaki güç zihninden kılcal damarlarına inen kurgudan beslenir. Bazen içindeki fânustur zihni; bazen fânus kurgusudur yazarın.

Ve roman bitene dek o fânus o büyücüyü, o büyücü o fânusu  terk edemez. Roman bittiğinde ise romancı bitkin ve büyüsünün sonuçları için meraklıdır. Fânus dağılır ve herkes romanı ve romancıyı görür. O andan sonra artık herkesin özgür harfleri dudaklarından dökülmeye başlar. Eleştiriler göktaşı yağmurları gibi dökülürler. Ne yazık ki; büyücü korumasızdır ve artık gök durulana dek başkalarının büyülerine tahammül etmek zorundadır. Büyücünün kelebeği konacağı sonlu sayıda zihin aramaya çıkmışsa da, gök asla tekin değildir; göktaşları asla küçük değildir.

XXIX: Kıstırılmış İnsan; Adaletsizlikten Kaçış Plan’ında Nakil Kararı’ndan Sonraki Üç Gün -The Next Three Days-

“Tüm deliller aksini gösterse de bir insan masum olabilir; siz inanmasanız da, bu masumiyet kendisini korumak için birilerine suç işletebilir ve birileri adalet/güvenlik sisteminizden kaçabilir.” Faruk Tamer

Russel Crowe’un, Gladyatör, A Beautiful Mind, 3:10 to Yuma ve Robin Hood filmlerinde yansıttığı karakterlerin, Türkçe’ye Kaçış Planı olarak çevrilen ‘The Next Three Days’ filmindeki öğretmen karakterinden pek de farklı sinir uçlarına sahip olmadığını gördüğümde, iki şey düşündüm. Birinci şey; oyunculuklarını kanıtlamış oyuncular, karakterlerine uygun rol içeren senaryoları seçiyorlar. İkinci şey; iyi oyuncuların hangi rollerde oynadıklarının önemi yok; onlar her rolü kendi karakterlerine uygun bir forma sokuyorlar.

XXVIII. Kurtlar Vadisi- Filistin; Miadı Dolmuş Transsal/ Psiko-Sosyal Terapiler

Tarih isimlerin enselerinden gölge tozunu alınca, konsept danışmanlarının rengine dair tüm belirsizlikler ortadan kalkacaktı; emindim. Kafamın bütün devrelerinde o soru yankılanıyordu. Neden?  Neden bu isim? Bir devrin deşifresi ise bu dizi, perdeleme ustası bir ismin konsept danışmanlığında ne işi vardı? Hatıralarını yazdığı her derin dal kesilip koparılıyordu meçhule doğru. Dalların budaklarla ilişkilerinde, orada burada, genetik çözümlemelerde ve dahi beyaz renkli kalburdışıların didiklenme törenlerinde var olan bu ismin danışman olacağı konseptin kök ruhunu nasıl yorumlayacaktık?

Yorumlayamadık haliyle; bekledik. Eğer bir daniş trendi varsa geçmişten şimdiye, daniş emretmiş kollar sıvanmıştı. Peki yoksa?

XXVII. Hür Adam ve 57 yaşında Cesur - Tonton Çocuk

"Lafız mananın tabiatı müsaade ettiği ölçüde süslenmeli... Şekil, muhtevaya göre resmedilmeli; resmedilirken de mealin izni alınmalı... Üslubun parlak ve revnakdâr olmasına önem verilmeli, fakat gaye ve maksat da asla ihmal edilmemelidir... Hayal geniş bir hareket alanıyla desteklenmeli, ancak hakikat da hiçbir zaman incitilmemelidir." Said-î Nursî

Zihnimin daktilosu tıkırdıyor yolda giderken. Tanıtım afişlerinden/fragmanlarından kalan bir ses çınlıyor kulaklarımda… Bir Mehmet Tanrısever filmi… Mehmet Tanrısever…Tanrısever…Tanrısever... Takırtı duruyor ve ‘Tanrısever’in sözdizimindeki içeriği ve nedenselliği irdeliyor kafamda bir güç. Mehmet Tanrısever, Mehmet Tanrı’yı sever mi demek? Severse hangi Tanrı’yı sever? Tanrı, genel bir ad olduğu halde Mehmet yalnızca Tanrı mı sever?

XXVI. Kaliteli Günah’tan Öteye Öyle Bir Geçer Zaman ki

“Ben, ekranda ya da perdede her zaman bize ait hikâyeler olmasından yanayım. Dünya çapında başarılı olacaksak, kendi hikâyelerimizi anlatarak başarılı olalım istiyorum.” Zeynep Günay Tan, Yönetmen

İlk, beş yaşındaki Osman’ın gecenin bir vakti rüyasında geldiğini gördüğü babasına kapıyı açmak için yataktan kalktığı, kapıyı açtığı ve babasını göremeyince de, sabaha kadar dış kapının önünde, basamaklarda onu beklerken uyuyup kalarak hastalandığı sahnelerde dikilmişti dikkatimin kulakları.

Ateşlerle dolu bir günden sonra hastanede, Osman, en küçük çocuğunun hastalandığını duyup gemisinden koşarak başucuna gelen babasını gördüğünde de, büyük bir zafer tebessümüyle “Babama kapıyı ben açtım!” diyerek tekrar uykuya dalarken dalga dalga kabarmıştı içim. Sahneler ardı ardına eklense de kapıda Osman’la beraber babasını bekledim ben de. Dönüp dolaşıp aynı sahneleri replay modunda yeniden izledim zihnimde. Böyle bir sevgiyi, böyle saf bir sevgiyi, heyecanı hangi yönetmen yansıtabilirdi ki?

XXV. New York’ta Beş Minare / Dördüncü Kestane'nin Kabuğu

"Ne de olsa yalanlarla doluydu 11 Eylül. Acar’ın FBI şefine doğrultuğu sözel silahın namlusundan petrol ve bir milyon ölü Iraklı fırlıyordu. İslâmî terör varsa bu petrol vahşetinden üreyen bir hastalıktı işte." Faruk Tamer

Kestaneler karınlarında kocaman patlaklarla iştah açıcıydılar. Her zamanki gibi düşündürüyorlardı beni. Kabuklarından kolayca ayrılacaklar, keyifle yememe razı olacaklar mıydı? Denemeden bilemezdim. İlk kestane dağılıverdi elimde; kabuk sorun bile olmadı. Yerken biraz zorlandım. Ne vardı yani; tastamam ayrılsaydı kabuğundan. İkinci ve üçüncü kestanelerde de küçük inatlar dışında bir sorun olmadı. Ama dördüncü kestane çok inatçıydı. Bir kilo kestane yemişçesine yorgundum elim küçük su şişesine uzanırken.

Saat ilerlemiyordu. Önceki seansı kaçırmıştım ve bir sonraki seansa bir saatten fazla zaman vardı. Bir çay söyledim. Fragmanlarını izlemiştim 'New York’ta Beş Minare’nin. Bir sürü de yorum okumuştum, yazarından, çizerinden. Yakın uzak birkaç akraba ve kazara filme gitmiş bir dostun film hakkındaki kekeme anlatımlarından çok sonra filmi izlemeye karar vermiştim.

XXIV. Bir Alman BND/SS- Ergenekon İşbirliği; Kirli Propaganda Filmi -Takiye, Allah Yolunda-

"Dünyada para belirli ellerdedir, bu paranın halkın, Anadolu insanının eline geçmesi ile bazı kıskançlıklar yaşandı.” Dursun Uyar, Yimpaş Yönetim Kurulu Başkanı

SS Propaganda Bakanlığı’nın sinema filmlerinin klasik Alman karakterine uygun, kaba, incelikten yoksun doğrudan hedefe yönelen formunu 21. Yüzyılın çağdaş kalıplarında yeniden görmek gerçekten şaşırtıcıydı. Anlaşılan Almanlar hiç değişmeyecek. ‘Takiye, Allah yolunda’ filminin o karanlık şeritlerini izlerken mağlup ve mağdur bir Fransız olmadığımızı, aslında hiçbirimizin SS panzerlerinin çıkardığı homurtulardan ürkecek kadar sinmiş de olmadığını modern neo-nazilere yüz yüze anlatmak isterdim.

Ve bir de Doğan Medya’nın dillere yapıştırdığı ‘Takiye’ denen şeyin aslının ‘Takiyye’ olduğunu, Takiyye’nin de ikiyüzlülük/dolandırıcılık demek olmadığını, aksine din ve vicdan özgürlüğünün bulunmadığı yerlerde din’in ve vicdânî kanaatlerin saklanması demek olduğunu, komik duruma düşmemek için bilmeleri gerektiğini söylerdim.

XXIII. Kabadayılıktan Gönüllü Korumalığa, Bir Dönüşüm Serüveni; Eşrefpaşalılar -Kulak Kesiyorlardı, Kulak Kesildiler-

Aşağıdaki film analizini Fetullah Gülen'in liderliğini yaptığı, ABD-AB-NATO destekli başarısız 15 Temmuz 2016 FETÖ askerî darbe girişimini dikkate alarak yeniden okuyunuz. Bu analiz bir toplumun hakkı olan dini özgürlüklerin ABD-AB-NATO projeleriyle nasıl manipüle edildiğini, insanların İslam Dini kullanılarak nasıl aldatıldığını ve dönüştürülmeye çalışıldığını kanıtlayan temel örneklerden biridir. FETÖ ve Ergenekon türü yapılar birbirleri ile çatışır görünürken amacın insanların yönetilebilir olmasını sağlamaya devam etmek demek olduğunu anlayacaksınız.
Faruk Tamer, 16 Temmuz 2016

“Öğretmenin, öğrenmenin bir mimarisi yok… Köprüyü suya göre yapmak gerekir.” Hoca

Hırsızlık, uyuşturucu ticareti/ tâcirliği, kumar, zina, içki ve insan katli… İnsanlığın öne çıkarıp kutsadığı tüm değerlerde ve dinlerde kötülüğün taşıyıcıları olarak tanımlandılar. Ve tarih kötülük tanımlarını netleştirip onların karşısında konumlanan tebliğleri ve tebliğcileri tanıdı. Kötülük kendi tanım alanında yaşamayı ilke edindi, kötülüğün karşısında duranlar da bu yaşam alanını daraltmayı… Eşrefpaşalılar filmi bir dönüşüm filmi. Film, bir tek adamdan yayılan duruşun, doğrudan üretilen ilkelerle çoğalmasının öyküsünü anlatıyor ve bir de aşk denilen şeyin…

Öykünün tarafları (Fethullah Gülen ve cemaati) ile öykü kahramanının karşıtları (Ergenekon Örgütü) arasındaki gerilimin hızla tırmandırıldığı 2010 yazı ve son baharı, tarihin en büyük sorgularından birine sahne olurken, önümüze konan sade bir gerçek var: Sevgi ve buna karşı Nefret.

XXII. Masonik Fısıltılar ve İki Ok Arası Bir Film; Duvarcı Ustası’nın Oğlu Robin Longstride -Robin Hood-

“Duvarcı ustasının oğlu Robin, bugünden itibaren kanun kaçağıdır; görüldüğü yerde öldürülecek… Hayatı boyunca kovalanacak.” İngiltere Kralı Yurtsuz John

İyi bir film seyrettik.

Yağmurun içselleştirilmesinde gök gürültülerinin etkisi çok büyük; ses görüntüyü üç boyutlu bir algı şölenine dönüştürüyor. İyi bir yönetmen, yani iyi bir Ridley Scott, filmin seslerini, ses efektlerini çok iyi kullanarak bizi filmin içine çekti. Görüntülerin gerçekliği, kameranın sınır tanımaz özgürlüğü her tarafı görmemizi sağladı.

Ata bindik, savaştık, Sherwood ormanlarını tepeden seyrettik, ağaçların arasına indik; kilisenin tohumlarını çalıp, tohumsuz kalan çiftçilere dağıttık. Saraya girdik, Kral denen kişinin özel hayatını gözledik. Baronların bir araya geliş sebeplerini, öldürülen, tecavüze uğrayan insanlardan ve yakılan kalelerden öğrendik.

XXI. Bir 'Öteki' Prodüksiyonu; Uğur Dündar -İşte Hayatım-

“İlkelerin olacak, seni satın alamayacaklar.” Uğur Dündar, İşte Hayatım

Nedim Şener, 67 yaşındaki araştırmacı-televizyoncu Uğur Dündar’ın özenle seçilmiş hatıralarını ‘İşte Hayatım’ adıyla kitaplaştırıp, Uğur Dündar’ın sevgili çocukları Bora, Bartu ve Damla’ya ithaf etmiş. Üç çocuk için örnek bir insan, övünülecek bir baba; insanî kaygılar dolayısıyla saygı duyulacak bir yapım.

Ötekilerin yılmaz savunucusu, ajitasyon uzmanı Yılmaz Özdil’in, “Korktuğumuz için mi kaçarız? Kaçtığımız için mi korkarız? Bu sorulara kafa patlatmaktansa, yüzleşmemek en iyisi sanırım…”Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”ı atasözü kabul eden topraklarda, ben mi kurtaracağım ülkeyi kardeşim? Ve haliyle… Bizim yerimize düşünecek, bizim yerimize elini taşın altına koyacak, bizim yerimize “korkmayacak” birini ararız. Çırpınacak… Boğuşacak… İftiraya uğrayacak… Yargılanacak… Bizim yerimize yanacak biri olsun isteriz. Korkularımız yüzünden gasp edilen kimliğimizi, kişiliğimizi, haysiyetimizi, özgürlüğümüzü bize geri verecek biri… Bizim yerimize, bizim hakkımı arayacak biri. İşte o… Uğur Dündar’dır.” sunumu, Geray Gençer’in kapak tasarımı ve Mega Basım’ın baskısı ile 448 sayfa olarak Nisan 2010’da Doğan Kitap’tan çıkmış.

XX. Büşrâ: Lâhikâ1, Bilgi Destek Planı, Faaliyet Sıra No: 7

“Takva, Büşra gibi filmler kavanozu dıştan yalıyor.” Mesut Uçakan, Yönetmen

 Film, asimetrik bir psikolojik harekât operasyonu. Bu sebeple filmi kendi ruhuna uygun bir atmosferde analiz etmek zorundayız. Teorilerin legal- illegal olmak gibi yasal zorunlulukları yok. Filmin geliştirdiği teorilere karşılık, bir teori geliştirmek hiç de zor değil; bu film TSK’nın köşe noktalarına çöreklenmiş faşist bir zihniyetin ürünü.

Başörtülü genç kızları ve kadınları etkin toplumsal katmanlardan uzaklaştıran, yıllarca kamusal alan tanımı yaparak bu hayalî alanının sınırlarını her gün biraz daha genişletip hedef kitleyi dar alanlarda kıstırıp yalnızlaştıran ideolojik faşizmin, bu yalnızlığı kişisel bir suç/tercih olarak başörtülü insanlara dayattığı son cümlesi, son sorusu: “Yalnızlığını ne kadar gizleyebilirsin?”

XIX. Mızrak Çuvalı Her Zaman Deler; Adalet Peşinde- Law Abiding Citizen-

“Biraz adalet hiç olmamasından iyidir…” Nick Rice, Savcı

Adı ve afişiyle sıradan, klasik bir Hollywood aksiyon filmi önyargısı doğuran film; şiddet, gerilim, suç değişkenlerini kullanmasına karşın tematik bir film; senarist psikolojik ve sosyolojik eleştirel bakışını Amerikan Adalet sistemi ve uygulayıcıları düzleminde konumlandırmış, filmin kışkırtıcı ses tonunun Amerikan yargı sisteminin anti-demokratik genlerini filme ve yapımcılarına karşı harekete geçirmemesi için yüksek ölçekli susturucular kullanmış.

Savcı Nick Rice’in kişisel başarı istatistiklerinin düşmemesi gibi küçük ölçekli kaygılarla sabote ettiği bir davanın kelebek etkisi ile birçok insanın ölümüne neden olmasını temel paradoks olarak kullanan Law Abiding Citizen, sistematik hukuk eleştirileri için yeni bir kapı açıyor olmasa da, insanlık tarihinde kangrene dönüşmüş olan adalet arayışının sürmesi adına, Uğur Yücel’in Ejder Kapanı kadar öğretici ve etkileyici.

XVIII. Ortaya Karışık Misyoner Bir Film: Tanrı’nın Kitabı -The Book of Eli-

"Batılılar geldiklerinde ellerinde incil vardı, bizim elimizde topraklarımız… Bize gözlerimizi kapayarak dua etmemizi söylediler... Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde incil, onların ellerinde ise topraklarımız vardı." Jomo Kenyatta, Kenya'nın İlk Devlet Başkanı (Doğumda konulan adı Kamua Ngengi, Hıristiyanlaştırılarak John Peter adı verildi, Adını Johnstone Kamau olarak değiştirdi)

Tam 30 kış, yani yıl, güneşten kavrulmuş Amerika’nın doğusundan batısına kadar yürüyen bir misyonerin öyküsünü anlatıyor film. Misyon; yaşanan savaş sonrası ozon deliğinin genişlemesi sonucu Güneş ışınlarının yakıcı, kavurucu yok edici etkisinin, yerkürede yeşil hiçbir şey bırakmadığı bir varsayım zamanında, her nüshası yok edilmiş İncillerden kalan tek nüsha’nın, kör alfabesiyle yazılmış Kral James İncili’nin, batıdaki yeniden başlama adasına götürülmesi.

XVII. Psikoanalitik Mantığın Kırılganlıklarında Çırpınan Kriminal Dehâ; Sherlock Holmes

“Hiçbir şey bariz bir gerçekten daha anlaşılmaz değildir.” Sherlock Holmes

 Sinema’nın kategorik olarak estetik hâz duygusuna hizmet etmesi bir yana, senaryonun, kurgunun ve yönetmenin, uygun elemanlarla bir bütün hâlinde seyircide yaşattığı ritim duygusu çok önemli. Sinema ne hızlı ne de yavaş akışlar için iyi bir taşıyıcıdır; denge ister, seyirciye keyif aldıran bir denge…

Herhangi bir film, yönetmeninden, yerinde ve zamanında seyredenini koltuğundan kaldırıp filmin içinde yaşayan bir parçaya dönüştürmesi için gerekli ve yeterli olan akış hızını sağlamasını ister. İzlerken sıkıldığınız, bir an önce geçmesini istediğiniz sahneler -sizdeki keyfin boyutlarını/kalitesini dikkate almadığımızda - yönetmenin başarısızlığının en büyük kanıtlarıdır.

XVI. Ötenazi Planlayarak Öldürmektir, Jack; Bilmiyorsun! -You Don’t Know Jack!-

“Bu bir katil yüzü mü?”

Filmin afişinde Al Pacino (Alfredo James Pacino)’nun alnına yazılan soru bu: “Is This The Face Of a Killer?” Çenesinin altında da ötenaziyi savunan Jack’ı anlamayanları suçlayan bir bakış açısı var, filmin adı: “You Don’t Know Jack". Bir İskoç dosta çek ettirdiğim gerçek anlamı ise şu: “Jack’ı tanımıyorsunuz!” Fakat, başlığa Jack’ı suçlayan bir anlam yerleştirdim. Medya onu şöyle tartışmıştı: "Merhametin doktoru mu; seri katil mi?"

Yapımcıların, afiş kompozitörlerine verdiği tâlimat ve filmin içeriği, izleyicilerin Dr. Jack’ın katil olmadığına inanmaları tabanında tasarlanmış. Film kasıtlı bir tema filmi olmasına rağmen, bir biyografi olarak senarize edilmiş; 90’lı yıllarda Dünya’yı kasıp kavuran ötenazi tartışmalarının merkez kahramanı, kendi ürettiği el yapımı “Thanatron (Ölüm Makinesi)” ve “Mercitron (Merhamet Makinesi)” ile ölmek isteyen hastaları öldüren Ermeni asıllı ABD vatandaşı Dr. Jack Kevorkian’ın hayatının tema ile ilgili kısmını anlatıyor.

XV. İnsanları Tanrılar Karmaşasıyla Tanrı’ya Karşı Kışkırtan Film: Titanların/Tanrıların Savaşı -Clash of the Titans-

“Onlar, kendileri için kuvvet ve şeref (kaynağı) olsunlar diye, Allah’tan başka tanrılar edindiler.” Kur’an/Meryem/81

“Ve insanların ibadetleri sayesinde, tanrılar onlara hükmedebilirler.” Louis Leterrier, Yönetmen

“Heyecanlı türde bir patlamış mısır serüveni.” Sam Worthington, Perseus, Filmin Başrol Oyuncusu


Sam Worthington’un bahsettiği gibi film gerçekten patlamış mısır serüveni mi? O kadar basit mi? Yoksa Filmin yönetmeni Louis Leterrier’in gizlemeden, saklamadan ifade ettiği gibi, insanları Tanrıların/Tanrı’nın hükümdarlığından kurtarmanın tek yolu, onları Tanrılara ya da Tanrı’ya ibadet etmekten vazgeçirmek mi?

XIII. Sırpların Redd-i Mirası yahut Kilise’ye Tematik İsyan; Aziz Georgije

Sveti Georgije ubiva azdahu-Свети Георгије убива аждаху- St George Shoots The Dragon-Aziz George; Efsanevi Ejderha Avcısı

“Başka hangi ulus güneşe bizim gibi lanet eder ki? Güneşe lanet ederiz, ama kanlı güneş; O bir mucizedir. Her zaman bizim üzerimizde parlar. Güneşle birlikte nimete, Meryem Ana’ya ve hatta Tanrı’ya bile lanet ediyoruz. Bu olgulara lanet okuyan bir millet nasıl olur da bir umut taşıyabilir ki?”             Filmin Dedası'ndan 

Böyle bir film çekilmiş ve varmış! Fakat bizim haberimiz yok; biz yüzlerce yıl özellikle bize karşı kullanılmış olan bir baskın kültür kodunun çözülüşünü atlamışız, evet hem de büyük bir ihmalle Aziz Georgije filmiyle Sırpların 11. Yüzyılda üstlendikleri ve 20. yüzyılın sonuna kadar bütün Hıristiyan Dünya’sını temsilen karşılaştıkları her Müslüman’a karşı büyük bir şevkle tutundukları/ oynadıkları yok edici/koruyucu Aziz Georgije rolünden bir çırpıda vazgeçtiklerini fark edememişiz.

XIV. Zülfü Livaneli’nin Avunmak İçin Çektiği Amatör Bir Film; Veda

Web sayfası filme çok büyük bir amaç biçmiş: “Veda’nın amacı, Atatürk’ü sadece Türkiye’ye anlatmak değil, aynı zamanda tüm dünyada Atatürk’ün tanınmasını sağlamak.” Ama gerçekleşen ve çoğu ilköğretim okulu öğrencisinin zihninde tortu olarak kalan şu: ‘Fikriye’ ye çok haksızlık yapıldı, Latife hanım kötü, geçimsiz kadın ve Atatürk'ün arkadaşı çok kötü intihar etti.’ Yani, biçilen kumaş dikilememiş, sinematografik unsurlar öksüz ve yetim kalmış; ‘Bir Livaneli filmi’ geçmişi olmayan, samandan alev olarak kalmış afişlerde…

Livaneli, Mutluluk romanında yaptığı gibi mutlu olmak için bir film çekmiş. Şımarık ve beceriksiz çocuklar için alınan çok pahalı oyuncakların çok lüks materyallerle dolu oyun bahçesinde sergilenmesini andıran masalsı bir serüven istemiş Livaneli, filmin oluşum öyküsü aynen böyle. Filmin özel tasarım web sayfası, bu şımarık masalsılığı büyük bir görgüsüzlükle süslediğinin farkında değil:

XII. Ejder Kapanı: Cinsel Saldırılarla Paradoksal Döngülerin Çıkış Yolu Aradığı Sıra Dışı Bir Film

Bu filmi analiz etmek kolay değil. Baştan sona şiddetin ve bu şiddetin gerekçelerinin analiz edildiği Ejder Kapanı’nda yönetmen Uğur Yücel Türk sinema geleneğinde örneği bulunmayan bir çalışmaya imza atmış. Yücel’in çift çıkışlı son yolla jenerik müziğinden itibaren sorgulanan filmi için söylenebilecek çok şey var.

Çekilen sahnelerin dozu yüksek şiddeti ve aynı şiddete entegre edilen vahşi cinselliği filmin bir aile filmi olamayacağına dair net kanaatler üretiyor. Bu film aileyle izlenemeyecek bir film. Fakat Yücel’in Abbas karakteriyle kişisel kaoslarına Camii’de bulduğu çözümün ve Kenan İmirzalıoğluna oynattığı Akrep Celal’in intiharına neden olan paradoksal döngünün önemi mukayeseli izlemeleri gerekli kılıyor.

XI. 6 Oscar Ödüllü Ismarlama Film; The Hurt Locker - Ölümcül Tuzak-

Vahşi Amerikan Gambiti: “Tükür ve Kanı Sil!”

“Savaşma arzusu güçlü ve ölümcül bir hastalıktır. Savaş bir uyuşturucudur.” 

Film, New York Times’in Pulitzer ödüllü muhabiri Christopher Lynn Hedges’in bu ifadeleri ile başlıyor. Filmi izledikten sonra bu girişin, büyük aldatma operasyonunun bir parçası olduğunu anlıyorsunuz. Film, Amerikan gençliğinin askere gitmeden önce birbirlerini motive etmek için kullandıkları sloganlarla dolu: “Iraktaysak, öldük demektir.”

New York Times’in Pulitzer ödüllü muhabiri (Colgate Üniversitesi, Edebiyat fakültesi ve Harvard İlahiyat Fakültesi mezunu) Christopher Lynn Hedges, Amerika'nın liberal vaatlerinin altında gizli bir faşizm özlemi olduğunu belirtiyor:

X. Yazınsal Eleştiri Ahlâkına Ayraç İliştiren Dergi; Ayraç Dergisi

Karanlık bir deliktir insan ruhu; kışkırtan nedenlerin cazgır şiddetine yahut sihrine kapılan her insan, bazen dalar oraya ve bir şeyler çıkarır. Çıkardıklarını kimi zaman büyük bir incelikle sunar sözlerinin sırtında, kimi zaman da büyük bir hoyratlıkla yüzlerine çarpar insanların. Ne ki; her biri bir anlatıştır; bir haykırış veya inilti. Bazıları için bu bir zevktir, bazıları için de var olduğunu kanıtlama veya var olana karşı temkinsiz bir karşı duruş, bir cenktir. Keyfin işsiz müptelâları bu şiddetli cengi, edebiyata, felsefeye ya da başka türden kalıplara dökerler. Her ne kadar itseler de diğerlerini, diğerlerinin beğenisine sunarlar içlerinden dışlarına taşıdıkları hazinelerini. Bir sergi yeri, bir panayır neşesiyle düğün-dernek kurarlar; “Bakın, işte bulduklarım!” diye sek sek oynarlar orta yerde. Hem küçümserler pazardakileri, hem de pazardakilerin kendileri hakkında ne dediklerine kulak kesilirler. Bu teatral itiş-kakışta neşvû nemâ bulur insanlığın kültür ve medeniyet dedikleri.

IX. Hanımın Çiftliği ve Nazım Hikmet-Necip Fazıl Polemiği

Türkiye televizyonlarında yayınlanan dizilerin senaryo ve kurgu kalitesi artıyor. Bazı karakteristik züppeliklerin seyr-ü seferi devam etse de, diziler edebiyat dünyasının özenle işlenmiş eserlerine sırtlarını dayarken, dizi deneyimleri artan üreticilerin ve karakter oyuncusu olma özellikleri şaşılacak derecede nitelik değiştiren oyuncuların ortaya koydukları performans takdir edilecek düzeyde.

Bu dizilerden biri de Orhan Kemal’in ünlü eserinden uyarlanan “Hanımın Çiftliği”. Mehmet Aslantuğ, Özgü Namal ve Caner Cindoruk’un oynadığı Hanımın Çiftliği dizisi ilerleyen bölümleriyle ciddî bir izleyici kitlesini ardına takmış durumda.

VIII. Psikolojik Harp Kurbanı Bir Film; Nefes

Türk sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri yanlış bir zamanlamayla vizyona girmesinin kurbanı oldu. Kurbanı oldu diyorum, bence olanı anlatacak başka bir cümle yok. Haziran’da açığa çıkarılan İrtica ile Mücadele ve Ak Parti’yi bitirme planının sürüklediği önyargıların kuşattığı, psikolojik harbin bir parçası olarak kullanılacağının düşünüldüğü; demokratik açılıma karşı duranların kulakları tiksindiren öfkelerinin zirveye ulaştığı Ekim 2009’da sinemalarda gösterilmeye başlandı film.

Film vizyonda iken Ulusalcı-ergenekoncu ekiplerin hem karşıt fikirli generallere hem de siyasetçilere karşı giriştikleri amansız saldırılar kimseye göz açtırmadı; sağduyulu insanların çoğu filmi çöp tenekesine atmakta hiç insaflı davranmadılar. Hatta filmde terör örgütünün propagandasının yapıldığı da söylendi. Gazete köşeleri bile bu filmi objektif bir gözle analiz edecek cesareti bulamadı kendinde. Başbuğ’un bulunduğu yerle ilgili kuşkuları bulunanlar bu filmi izlemekten çekindiler. Başbuğ, filmi gerçek öykülere dayanan bir film olarak izlediğini ve beğendiğini söylemişti, çünkü.

VII. Totemci Mistisizm Bombardımanı; Avatar

Sinema tarihinin en yüksek bütçeli filminin adındaki aşinalığa projektör tutmadan geçmek olmazdı. İnternet kullanıcılarının üye oldukları formlarda veya sohbet odalarında ‘bir avatar seçiniz’ irkilmesiyle başlayan şaşkınlığın sonradan yavaşça ortadan kalktığını, şimdi hatırladığımızda ürperiyoruz.

İnternet kavram dizinine Hint Mitolojisinin nasıl yedirildiğini, insanların bilinçaltlarında tanrılar-beden ilişkisinin sezdirmeden sıradan bir eyleme dönüştürüldüğünü de net bir şekilde anlamış bulunuyoruz. Acaba şu güzel mavi kürede kaç internet kullanıcısı farkındadır, bu aldatmanın? Daha başka hangi deformasyon kavramları zihinlerin üst köprülerine asılı bırakılmıştır? Dahası bu kavram Avatar filmiyle daha çok dikkat çekeceği yerde, sadece bir isim olarak kalacak gibi görünüyor. Hepsi o kadar; biz veya başkaları domuz yağı kullanılmış olmasından kuşkulansak da çikolatayı yemiş bulunacağız.

VI. Medya Etiği, Merkez Medya ve Görsel Problemler

Doğrunun eğriyle oturduğu, dost olduğu, sohbet ettiği ve ortak işler pişirdikleri yerler o kadar çok ki. Şaşırmamaya alıştık. Ve doğruyla eğrinin düşman olduğu yerler ise bir hayli ‘az’. Tersine alışkın olduğumuz, eğriyle bazen ancak teğet olur, diye bildiğimiz naftalin kokulu doğrular medya evreninde burulmuşluklarının hesabını yapamaz oldular.

Saçmalıklarına itiraz etmeye yeltendiğimiz her seferde Medya’nın ilkeler demetiyle karşılaşmış olmaktan da pek fazlaca sıkıldık. Sıkıldık, çünkü; ilkeler hegemonyasında boğulan, ancak ciddî, etkili ve kişilikli medya potansiyeline sahip olmayan Medyamız, Avrupa ve Amerika basınıyla kıyas kabul etmez ikiyüzlülüklerle işleyen çarklara sahip.

V. Beyaz Melek; Dramatik/Çıplak Gerçeğin Filmi

Sinema salonunda derin bir sessizlik vardı. Herkes bir iç hesaplaşma içindeydi. Hıçkırıklar hafızanın her yerini kilitlemiş, gözlerin tazyik sınırları çıplak gerçeği apaçık karşılarında bulmaktan ve zorlanmaktan dolayı yıpranmıştı. Bazıları ağlıyordu, bazıları ise derin bir kederle kavrulmaktaydılar. Bir duygu filmi izlemişlerdi yine, Babam ve Oğlum’dan hemen sonra. Çağların direnci yıkılıyordu bir nevi. Ne doğulu ne de batılı olamayan, arada bir yerde kalıp modernite sandıkları sanal gerçeklikten kuşku duyan bu insanlar, akıllarında çocukları, verdiklerini alacakları müstakbel zamanı düşünüp korkuyorlardı da.

Çıplak gerçek yıldırım gibi çarpmıştı onları, Beyaz Melek filminin kare kare işlenen neredeyse kusursuz senaryosuyla. Usta oyuncularla demi artan, seyir zevki yüksek bir filmin, görselliğe ayırdığı zaman Dicle Nehrinin üzerinde yüzen karpuz kabuğundan mumluklara dikilmiş mumların yüze yüze getirdiği ışıkla duruyordu. Gelenek depremle dümdüz olan mekanik moderniteye karşıydı işte. Ama modernite asla bu değildi. Belki de köydeki çocuğun elindeki oyuncak silahı çekip alan ve onun kullanılmasından doğan felaketi anlayan bir şeydi.

IV. Ruh’un Karanlık Deliklerinde Gezinen Dizi: Ezel

Çünkü herkes öldürür sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez
     Oscar Wilde, Reading Hapishanesi Baladı

Kenan İmirzalıoğlu’nun Kabadayı filmindeki Devran karakterinin az daha gelişmiş, cin fikirli tamamlanmış tablosu Ezel. İyi ile kötü arasında her an gidip gelen başrol oyuncusunun çevresindeki iyilerle kurduğu, sürekli sarsılan ama kopmayan ilişki, karşısındaki kötülerden yayılan libido yangınından nasibini alıyor. Yardımcı oyuncuların ustalıkla canlandırdıkları karakter çizgilerini psikanalitik bir incelik ve didaktik bir söylevle işliyor, yönetmen Uluç Bayraktar. Biraz egosantrik kaygıyla Ezel’e soyadını taşıtsa da yönetmenin işindeki ustalığa şapka çıkarmamak neredeyse imkânsız; fonda çınlayan Tuncel Kurtiz’in, her yerde gözü-kulağı-eli olan tek başına yaşlı bir adamın, Ramiz’in sesine, eski kulağı kesiklerin acımasızlığı ile Dostoyevski’nin Kumarbaz’ına tırmanan bir yarı aydınlık yarı karanlık bilgelik sıkıştırıyor, yönetmen.

III. Kurtlar Vadisi Pusu-Zaza

Hollywod kirli proje versiyonları merkezidir. Hollywod’un projelerindeki tüm profil versiyonları yüksek oranda kirlidir biliriz; Beyaz Saray’ın CIA orijinli spesifik senaryoları, ıssız senaristler ve yönetmenlerce ortak menfaat paydasında pişirilir ve sunuma hazır hâle getirilir. Pazarlama ve diğer organizasyonlar da Langley merkezlidir. Finansman konusunda hiç sıkıntı çekilmez. Hedef kitle ya da hedef kişi’nin aşağılanması, yargısal topiklerle sarsılması, olgunlaştırılmış projelerle başarılır ve böylece istendik bilinçaltı satıhları işgal edilir. Artık, seyirci formatındaki ‘Sessiz Kuzu’lar kurban olduklarını fark etmeden birer düşman edinmişlerdir.

Hollywod izleyicisinin kafasındaki profiller planlandığı gibidir. Uyuşturucu tâciri, pazarlamacısı Kolombiyalı’dır; uyuşturucu ayakçısı ve kullanıcısı zencidir. Terörist Arap; Iraklıdır, El Kaide’dir. Müslüman doğal bir mücahit olarak potansiyel bir teröristtir; kendisini her an yüzlerce masumla birlikte patlatabilir. Müslümanlar ise genellikle ilkel çağlardaki yaşam koşullarıyla yaşayan zavallılardır, gelişmeleri ancak yüceltilen Batılı adamlar tarafından sağlanabilir. İtalyan mafya’dır; politikacılarla sıkı rüşvet ilişkileri vardır. Alman ırkçıdır; ırkçılığı hiçbir şekilde genlerinden uzaklaştıramaz. İranlı klasik bir muhaliftir ve daima nükleer bomba elde etmek hayaliyle yaşar. Çinli sessiz haindir, Japon parmak kesen kamikaze şeytanı yakuzadır. Rus, acımasız ve inançsız katildir. Amerikan tarihine ulusallaşma yolunda renk katan İngiliz riyâkâr, acımasız ve işgalcidir. Fransız aydınlığın ve modanın kaynağı, Yunanlı filozoftur. Yahudi, ortalıkta pek görülmez, eleştirilmez, bazen kontrol altında olduğu duygusu hissettirilir, fakat bu bir aldatmacadır. Amerikalı ise dilediği her şeyi yapabilecek kadar güçlüdür.

II. Petra; Antik Düş Güzeli ve İzlerde Saklı Sırları

Petra düştü göz perdelerimize. Adındaki ecnebi dişiliğe şaşırıp aldanmayın; Petra bir Rus güzeli değil, bir antik kent. Cumhurbaşkanı Gül, Ürdün’de yaptığı gibi, resmi soğuk ilişkilerden yorulan gözlerimizi, tarihin derinliklerine döndürecek başka yerleri de ziyaret etse ya. Mesela İtalya’yı ziyaret edip Pompei’ye gitse. Orada yanardağ patlarken çıkan sesle ölenlerle birlikte, hangi halde ne iş görüyorlarsa, öylece sıcak lavlarla donup kalan yüzlerce insanı gösterse bize vesileler.

Antik kentin girişinden başlayan 80 metre derinliğinde ve 1200 metre uzunluğundaki kanyonda yürüyüş yapmış Cumhurbaşkanı Gül ve beraberindekiler, yol boyunca antik kenti gezen turistlerle selamlaşmış ve fotoğraf çektirmişler. Daha sonra antik kentin hazine diye bilinen 30 metre genişliğinde ve 43 metre yüksekliğindeki kayalara oyulmuş giriş bölümü önünde fotoğraf çektiren Cumhurbaşkanı Gül kendisini tanıyan turistlerle sohbet etmiş ve fotoğraf çektirmiş.

I. Kurtlar Vadisi Gladio-Tetikçi

Film sona erdiğinde, bir süre oturduğum yerden kalkmadım. Işıklar yanmış, insanlar salonu boşaltmaya başlamışlardı. Düşüncelerim, filmde bulduğum veya bulamadığım şeyler üzerine yoğunlaşmıştı. Bir film mi izlemiştim, psikolojik harp tekniğine uygun bir brifing mi almıştım? Karar veremedim, ancak film izlemediğimden emindim.

Film’in kurgusu yoktu. Bir tetikçi’nin hayatı anlatılıyordu. Tetikçi, dışarıdan yönetilenler tarafından kullanılmış ve bir kenara atılmıştı. Aldığı talimatları sorgulamayan sıradan, fakat yetenekli tetikçi, sadece bir tetikçinin sınırlı onurundan kaynaklanan aldatılmışlık duygusuyla kontrolsüz tepkiler veriyordu. Zeki idi, ama zekâsı bir Cumhurbaşkanı’nın öldürülmesi ile ortaya çıkabilecek sonuçları hesaplayamıyordu. Ülkesinde alınabilecek kararların hepsinde etkili olan kurumsal kişiliği suçlarken, sürekli talimat aldığı kişinin emriyle onu ortadan kaldırırken, emirlerin kimler tarafından verildiğini sorgulamayacak kadar yüksek bir benlik kurgusuyla yetiştirilmişti. Ülkeyi kendisine emir verenle birlikte yönettiklerini zannedecek kadar aptaldı. Gladio tarafından kullanılarak aldatıldığını kendisine verilen belgelerle öğrendiğinde ve tutuklandığında işaret edebileceği bir tek kişi olduğunu fark ettiğinde içgüdüsel olarak düşünebildiği ve yapabildiği tek şey onu ortadan kaldırmak olmuştu. Bir tetikçi, ancak bu şekilde davranabilirdi.