“Ben, ekranda ya da perdede her zaman bize ait hikâyeler olmasından yanayım. Dünya çapında başarılı olacaksak, kendi hikâyelerimizi anlatarak başarılı olalım istiyorum.” Zeynep Günay Tan, Yönetmen
İlk, beş yaşındaki Osman’ın gecenin bir vakti rüyasında geldiğini gördüğü babasına kapıyı açmak için yataktan kalktığı, kapıyı açtığı ve babasını göremeyince de, sabaha kadar dış kapının önünde, basamaklarda onu beklerken uyuyup kalarak hastalandığı sahnelerde dikilmişti dikkatimin kulakları.
Ateşlerle dolu bir günden sonra hastanede, Osman, en küçük çocuğunun hastalandığını duyup gemisinden koşarak başucuna gelen babasını gördüğünde de, büyük bir zafer tebessümüyle “Babama kapıyı ben açtım!” diyerek tekrar uykuya dalarken dalga dalga kabarmıştı içim. Sahneler ardı ardına eklense de kapıda Osman’la beraber babasını bekledim ben de. Dönüp dolaşıp aynı sahneleri replay modunda yeniden izledim zihnimde. Böyle bir sevgiyi, böyle saf bir sevgiyi, heyecanı hangi yönetmen yansıtabilirdi ki?
Tanıdıktı bu ustalık, tanıdık ve hep görmek istediğim. 'Babam ve Oğlum’ dan yükselen o bize ait, o bizden başkasında göremediğim çocuk ve baba ambiansını… Dizinin yönetmeni Zeynep Günay Tan’ın 2008’de, Eşref Saati’ni çektiği dönemde verdiği röportajda buldum cevabı.
Zeynep Günay, Ertem Eğilmez'i vazgeçilmezi olarak görse de uzun yıllar birlikte çalıştığı usta yönetmen Ömer Kavur’dan daha çok, yeni nesil usta yönetmen Çağan Irmak’ın öğrencisiydi. “Yönetmenlik yapmaya ne zaman ve nasıl başladınız?”, sorusuna verdiği cevaptaki giz çok özel bir yetiştirme şeklinin kusursuz bir örneği idi, Zeynep Günay’ın: “En son Çağan Irmak’la çalışırken başladım. Çemberimde Gül Oya’yı çekerken, 8. bölüm’de, bölümün de en güzel sahnesine, yani okuyunca insanın tüylerini diken diken eden bir sahneye hazırlanırken, Çağan birden bire, önceden hiç konuşulmadığı halde, “Ben gidiyorum Zeynep, bu sahneyi sen çek.” dedi ve gitti.”
2004’te Çemberimde Gül Oya ile bağımsız sahne çeken Zeynep Günay Tan, 'Öyle Bir Geçer Zaman ki’ dizisiyle kayıtsız şartsız bir ustalığın en güzel örneğini sergiliyordu.
35 yaşında gencecik bir yönetmen olan Zeynep Günay Tan’ın filmografisi çok zengin: Öyle Bir Geçer Zaman ki 2010, Kurtlar Vadisi Pusu 2. Sezon 2008, Eşref Saati 2. Sezon 2008, Eşref Saati 1. Sezon 2007, Hayat Kavgam 2007, Kaybolan Yıllar 2006, Güz Yangını 2005, yönetmen olarak çektiği diziler. Güz Yangını, bu anlamda ilk göz ağrısı.
Fas’lı yönetmen İsmaël Ferroukhi ‘nin yönettiği Le Grand Voyage-Büyük Yolculuk- 2004, Çemberimde Gül Oya 2004, Serseri Âşıklar 2003, Karşılaşma 2002, Abdülhamit Düşerken 2002, Üzgünüm Leyla 2000, yardımcı yönetmenlik yaptığı diziler ve filmler.
“Yönetmenlik senaryoda yazanı hayata geçirme işidir. Hikâyeyi ete kemiğe büründürür. Yaşamasını sağlar. Bunu gerçekleştirirken oyuncuyu da, ışığı da kamerayı da yönlendiren kişi yönetmendir. Yani hikâyenin vaadettiği dünyayı kurandır. Kâğıt üzerinde yazılı olanı görünür hale getirendir.” diyerek yaptığı işin sınırlarını daraltan ve ürünün kalite endeksini belirleyen bir yönetmen için ne söylenebilirdi ki? Hollywood ışıklarının altında ve kırmızı halılarının üzerinde yürüyen rüküş karakterlere ait bir kareografi değildi bu.
Ancak yine de her şeye rağmen öyküsü kaliteli olmayan bir dizinin yönetmeni, ustalığını konuşlandıracağı bir akış üretemezdi. Zeynep Günay, ‘Öyle Bir geçer Zaman Ki’ nin senaryosuna sıçrayan esası sıradan bir şeymiş gibi öne sürmekten hiç çekinmemişti 2008’de: “Yönetmen ancak iyi bir hikâyeye kuş kondurur. Kondurduğu kuş da, teknik konuşursak bence 1 ya da 2 reytingden fazlası değildir. Aynı şeyi oyuncu seçimi için de düşünüyorum. Televizyonda temel mesele “ne anlattığın"dır. İnsanları hikâye ilgilendiriyor. Evet, güzel bir hikâyeyi iyi anlatırsan güzel oynanırsa çok fazla reyting alır. Ama kötü bir hikâyeyi iyi anlatırsan hiçbir faydası olmaz. Temel olan hikâye.” demiş ve devam etmiş, “Her hikâyenin, içinde barındırdığı kendine ait bir anlatım dili var. Yönetmenin asli görevi, bu dili hikâyenin içinden çekip çıkarmak ve göstermek. Elbette her yönetmenin tıpkı imzası gibi özgün bir anlatım tavrı vardır, olmalıdır. Eğer çektiğin filmi ya da diziyi seyredenler bu tavrı fark ediyorsa, o zaman senin kendine has bir anlatım dilin var demektir.”
Zeynep Günay’ ın senaryoya sıçrattığı ortak başarı paydası ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ nin senaristi Coşkun Irmak’ın kariyerinde demirliyor.
Sıcak ve hemen her gün her ailede yaşanabilecekleri zamanın üzerine yazan bir senaryo üretmiş Coşkun Irmak. Sinema dedektörlerinin bir türlü iz düşüremediği Coşkun Irmak 1961tarihinde İstanbul'da doğmuş. İlk ve orta öğrenimini bu kentte tamamlamış. Ege Ün. Ed. Fak. Sosyoloji Bölümü'nü bitirdikten sonra Dokuz Eylül Ün. Güzel Sanatlar Fak. Sahne ve Görüntü Sanatları Anasanat Dalı, Tiyatro Bölümü, Dramatik Yazarlık Dalı'nda iki yıl eğitim görmüş. Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda Dramaturg ve sanatçı olarak görev yapmasının yanı sıra, 1992/93 tiyatro sezonunda müdür yardımcılığı, 1993/94 tiyatro sezonunda da müdürlük görevlerini üstlenmiş. Devlet Tiyatrosu Edebi Kurul Üyeliği yapmış. 2000-2002 yılları arasında KÜLTÜR-SEN (Kültür ve Sanat Emekçileri Sendikası) Genel Başkanlığı görevini üstlendikten sonra 2003-2003/2003-2004 sezonlarında Van Devlet Tiyatrosu Müdür vekilliği görevi yapmış…
Onlarca ödül almış oyun yazarlığı, yönettiği tiyatro gösterileri ve yazdığı kitaplarla bu topraklara ait bir varlık Coşkun Irmak. Ne fayda ki kalbinin tamamını kullanmakta yetersiz.
Genel Başkanlığı’nı yaptığı sendikanın ismindeki emekçi belirteci, Coşkun Irmak’ın sol rayihası yüksek geçmişini redakte edecek ve bu rayiha dizi de yaptığı ‘taraf’lı siyasi analizlere sinecekti mutlaka. Senaryo’nun anlattığı 1967 yılında, kimler tarafından desteklendiği belli olmayan sol görüşlü üniversite öğrencilerini mert, dava adamı olarak idealize ederken, Amerikalılar tarafından desteklendiğini iddia ettiği sağ görüşlü öğrencileri kalleş, satılmış ve izbe köşelerde kâğıt oyunlarıyla vakit geçiren kuklalar olarak kötüleyecekti Coşkun Irmak.
Belki gerçek, sol ve sağ görüşlü öğrencilerin birbirlerine karşı öldüresiye hissettikleri kindi ve bu kin bu ülkeye ait bir kin değildi.
Coşkun Irmak, öyküsünü zamana yazarken ne kadar büyük bir hata yaptığının farkında mıydı bilmiyorum, ancak ben hata yaptığını düşünüyorum; böylesine etkili ve başarılı bir söyleme tarafsız gözlerle hiç değilse daha güçlü kaslar giydirebilirdi.‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ de Ali Kaptan’ın dört çocuğunun en küçüğü Osman’ın ağzından anlattığı öykü, her an yaşanan ve yerküre var oldukça yaşanacak olan bir öyküydü.
Her kaptana yüklenen, ‘her limanda bir sevgili’ konçertosu Ali Kaptan için de çalacaktı. Ali Kaptan, Hollandalı sevgilisi Caroline ile yaşadıklarını, dört çocuğundan ve çocuklarının annesi Cemile’den koptuktan sonra, annesi Hasefe’ye anlatırken megaloman bir ruh haline bürünecekti: “İlk defa aşkı Caroline’le yaşadım anne!” diyecek ve annesi şaşkın, anlamaz bakışlarla ona bakacak ve ‘Kızgın Ispartalı Eski Kadın’ refleksleriyle öfkelenecekti.
Kaliteli bir günahın doğurduğu olaylar, Ali Kaptan’ı boşandığı gün karısına yöneltecek ve ona: “Bir gün… bir gün içinde evi boşaltmazsanız, polis zorla boşaltacak!” dedirtecekti. Cemile, dört çocuğu ve kayınvalidesi Hasefe ile durumu konuştuğu an Hasefe, o güne dek korumaya çalıştığı oğlu Ali Kaptan için, “Deyyus o, deyyus!” diye bağıracak ve çılgına dönecekti.
Ali Kaptan sona eren gün sonunda yanında polislerle kapıya dayanacak ve polislere görevlerini yapmalarını, evi boşaltmalarını söyleyecek ve gecenin karanlığında karşı kaldırımda durup evden çıkmak istemeyen dört çocuğunu, eski karısını ve annesini keyifle izleyecekti.
Keyifle izleyecekti, çünkü; hepsi ile görülecek hesabı vardı. Henüz boşanmamışken kardeşi Kemal’in evinde Caroline ile nişanlandığı gece eve gelen annesinin yüzüne tükürmesi ile başlayan kalp krizi sonrasında, Kemal ve karısı Neriman’ın ortaya çıkan ikiyüzlülüğüne kızıp onların evine gitmemiş, Azeri uyruklu eski sevgilisinden gelen telefon yüzünden Hollanda’ya acilen dönen Caroline’den de yoksun kalarak ortada kalmıştı. Annesi’nin Cemile’yi Küçük Osman’ı da kullanarak ikna etmesinden sonra tekerlekli sandalye ile eve getirilmiş ve evde kızılca kıyamet kopmuştu.
Hukuk’ta okuyan ve sık sık hırpaladığı büyük kızı Berrin ve sık sık dövdüğü, en son kendisine Amerika’dan hediye olarak getirdiği saati satarak almış olduğu mandolini sırtında kırdığı lise öğrencisi büyük oğlu Mete, onu evde istemediklerini söylemişlerdi. O gece evi terk etmiş ve limanda dost olduğu balıkçının yanına sığınmıştı.
Cemile onu gittiği yerde bulmuş ve eve dönmesi için konuşurken Ali Kaptan tekrar sinirlenmiş ve Cemile’yi hırpalamıştı. Berrin’in Ahmet’in rakipleri tarafından kaçırılması ile başlayan süreçten haberdar olan Ali Kaptan Küçük Osman için koştuğu gibi Berrin için de eve koşmuştu; ancak işler tersine dönmüştü. Ahmet ve Hakan tarafından kurtarıldıktan sonra, Ali Kaptan’ın Ahmet’i yumruklaması ile Berrin çılgına dönmüş ve Ali Kaptan ailesi ile kavga ederek oradan ayrılmıştı. Hepsinden bunun hesabını soracağını söylemişti. İntikam buydu.
Bir baba çocuklarından ve çocuklarının annesinden onları gecenin bir vakti polis zoruyla evden attırarak intikam alıyordu.
Büyük oğlu Mete ailenin tüm fertleri polise karşı koyarken dayanamayacak ve polislerden birine yumruk atarak onu yaralayacak ve sonrasında itile kakıla Ali Kaptan ile Caroline’in gözleri önünde polis jipine kelepçelenecekti. Hasefe, Cemile, Berrin, Aylin ve Küçük Osman evden zorla çıkarıldığı anda Mete, bağlı olduğu cipin yakıt bidonunun metal kuşaklarını kırarak bidonla birlikte arka bahçeden eve girecek ve eve tek başına giren Ali Kaptan’la baş başa kalacaktı.
Mete, eşyaları toplanmış evin ikinci katına benzini dökecek ve çılgın gözleri fal taşı gibi açılırken avazı çıktığı kadar bağıracak ve, “Beni neden sevmedin Baba? Bizi neden sevmedin Baba?”, diyerek yaktığı kibriti yere atacak, alevlerin arasından delirmiş kahkahalarla Ali Kaptan’ın korkuyla açılan gözlerine bakacaktı.
Cemile, Caroline’i bıçaklamış ve hapse girmişti. Caroline boşanması karşılığında şikâyetinden vazgeçeceğini söylemiş ve uzun uğraşlardan, Ali Kaptan ile yüzleşmelerden sonra Cemile ikna olmuş ve boşanmışlardı.
Mete, babasından yediği dayaklardan dolayı dengesini yitirmiş, agresif bir kimliğe bürünerek, adil olmadığına inandığı her olguya şiddetle tepki vermişti. Durumunu bilen ve ona yardım etmeye çalışarak, kırılan mandolinin yerine ona yeni bir mandolin hediye eden Müzik Öğretmeni’ne âşık olmuştu ve sık sık takıştığı dedikoducu arkadaşını evire çevire dövdükten sonra, disiplin kuruluna sevk edilmiş, onunla birlikte Müzik Öğretmeni de soruşturma geçirmiş ve her ikisi de okuldan uzaklaştırılmışlardı.
Mete, öğretmeninin yaşadığı ailevi sorunlardan dolayı kendisine yardım etmek istediğini ve bu duygunun tek taraflı olduğunu, öğretmeninin kendisine mandolin hediye ettiğini, mandolin çalmayı öğrettiğini söylese de Okul Müdürü’nün katı ve tavizsiz tutumunu aşamayınca, “Beni dinlemiyorsunuz, dinlemediğiniz için anlamıyorsunuz!”, diyerek disiplin kurulu üyeleri ile Okul Müdürü’nün üzerine yürümüş, onları koridorlarda kovalamıştı.
Berrin, 6. Filoya karşı eylem düzenleyen solcu ekibin lideri Ahmet’e âşıkken, sağ cenahın etkili isimlerinden birinin oğlu olan Hakan, Berrin’e aşıktır. Bu ilişki onu 67-68 olaylarının içine çekecektir. Annesi cezaevindeyken annedir, abladır, kardeştir.
Aylin lise öğrencisidir, babası yaşındaki Soner sürekli onu izlemekte, lüks otomobiliyle okulun önüne gelmektedir. Aylin aşıktır, ama zengin işadamı Soner’in daha duygusal nedenleri vardır.
Ve Osman, babacı Osman. Babasını özlerken, onu Caroline ile el ele tutuşurken gördüğünde ondan kaçan bir Osman. Babası Mete’yi dövdüğünde masanın altına saklanıp, “Beni dövme, Baba! “ diye ağlayan ve her olayda kendisinin sorumlu tutulacağını düşünerek korkan Osman. Boşanma haberini aldığında, sessizce içine kapanan ve oyununa devam eden Osman. Babası, polis zoruyla evi boşalttığında, duygudan bir tek iz taşımayan bakışlarla babasına bakan Osman. Öyküyü bize anlatan Osman.
Hepsi bir heves olan ve aslında sonuçları değerlendirildiğinde boyutlarını aşan bir günahtı bu; sonuçları itibarı ile muhteşem bir günah; kaliteli bir günah. Mete’nin alevlerin arkasından görünen yüzü, Berrin’in, Aylin’in, Osman’ın ve Cemile’nin yaşadığı travmaların öfkesini kusuyordu Ali Kaptan’a.
Coşkun Irmak’ın psikolojik sorunsalın kökenlerine inerek, sorunsalın oluşum aşamalarını hiç acele etmeden, gerçekle adım adım ilerleyerek yazdığı senaryo, yönetmenin sıçrattığı paydaya tam olarak uyduğunu gösteriyor.
Ali Kaptan’ın kaliteli günahı zina ile başlayan sosyolojik katliama, bir yuvanın dağılışını, çocuk-aile ilişkisini, bakımlı eş- fedakâr eş paradoksunu, aşk söylemini, dava adamlığını, eğiten- eğitilen ilişkisini giydirmesi başlı başına bir sanat. Zeynep Günay, tam olarak bizi anlatan bu öyküyü, evrensel bir etkileşim frekansına sokarak kameraların, kostümlerin ve zaman dekorlarının ayrıntılarında gezinen oyuncularla canlandırıyor ve biz bu ayrıntıların her biri ile gerçeği hissediyoruz.
1967 yılının o soğuk günlerinde din’den pek fazla bir iz yok. Hasefe Teyzenin oğlu Kemal’in evini terk ettiği gece, kolunun altına sıkıştırdığı Kur’an-ı Kerim ve rahlesi var sadece.
Bir öykü ve bir yönetmen varken üçüncü bir payda gerekliydi esasta; oyuncular. ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ sözdizimindeki dağınıklıkla, Zeynep Günay’ın istediği gibi olsa da dizi, her biri yılların tiyatrocusu, seslendirmecisi oldukları halde gözlerimize görünemeyen oyuncuların gücü ve genç oyuncuların azmi ile ortaya çıkan bir görsel bir sanattı. Eğlencelik değildi; eğitmenlikti.
Kaotik, ancak inanılması güç bir senkronizasyonla seyircisini içine alan, onu ağlatan, gülümseten, heyecanlandıran ve herkesin içine sorular gönderip cevaplar aldıran bir dizi.
Bu dizi kaliteli günahlarla yoğrulan bir toplum için muhasebe fırsatı idi belki de. Hem de dizi furyasının içinden yükselen kaliteli bir fırsat.
Balıkçı’nın bıçağında öfkeden dönmüş gözlere ve kulaklara fısıldanan kaza, balıkçının barınağında kaza olmayacaktı; taammüden olacaktı. Tıpkı, Ali Kaptan’ın yaptığı gibi. Ali Kaptan taammüden yapıyordu yapacağını. Yıkıp geçiyor ve yıkıntılardan elde ettiği molozlarla yeni bir hayat kuracağını sanıyordu. Eski eşinin yüzüne fırlattığı alyansı satıyor ve sevgilisine o parayla tek taşlı pırlanta yüzük alıyordu.
Kadın-erkek ilişkilerinin irdelendiği dizi de, yüksek ölçekli eleştirel bakışlar var; bir tarafta adil ve fedakâr bir aile, diğer tarafta bencil ve kötümser bir aileye yüklenen sosyal roller. Bir dizi, doğrudan eleştiri yollarının kapandığı, psikoterapi ve psikiyatri kliniklerindeki randevu saatlerinin arttığı bir dönemde ancak bu kadar zamanlı olabilirdi.
Faruk Tamer, 21.12. 2010
Dizi İle İlgili Teknik Bilgiler:
Yönetmen: Zeynep Günay Tan
Senaryo: Coşkun Irmak
Kurgu: Akif Özkan, Ahmet Teke
Oyuncular: Ali (Erkan Petekkaya), Cemile (Ayça Bingöl), Hasefe (Meral Çetinkaya), Berrin (Yıldız Çağrı Atiksoy), Aylin (Farah Zeynep Abdullah), Mete (Aras Bulut İynemli), Osman (Emir Berke Zincidi), Soner (Mete Horozoğlu), Caroline (Wilma Elles), Ahmet (Tolga Güleç, İnci Öğretmen (Yeliz Kuvancı), Kemal (Mehmet Gürhan), Hakan (Salih Bademci), Balıkçı (Orhan Alkaya), Ayten (Dila Akbaş), Mesude (Nilperi Şahinkaya) , Neriman (Zeyno Eracar), Necati (Sercan Bodur)
Müzik: Nail Yurtsever, Cem Tuncer. Erkin Koray, Müziklerin orjinal bestecisi 500'den fazla dizi ve filmin müziklerini bestelemiş efsane besteci Ennio Morricone'dir. Dizi için kullanılan ana müziklerden Cockeye’s Song 1984 yılında Sergio Leone'nin Bir Zamanlar Amerika'da filmi için bestelenmiştir.
Görüntü Yönetmeni: Sedat Yücel
Sanat Yönetmeni: Soydan Kuş, İsmail Durmaz, Murat Güney
Genel Koordinatör: Lale Eren -
Yapım Koordinatörü: Seçil İssi
Uygulayıcı Yapımcı: Cengiz Deveci
Yapım Sorumlusu: Bülent Tetik -
Mekân Sorumlusu: Beyza Eraydın -
Ses: Orçun Kozluca, Final Mix
Işık Şefi: Serdar Şentürk
Post Produksiyon: Deniz Bulut Güner
Kostüm: Nurcan Tatalır
Filmin Türü: Dram
Orijinal Adı: Öyle Bir Geçer Zaman ki
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: Türkiye
Yapımcı Firma: D Production
Web Sayfası: http://www.kanald.com.tr/oylebirgecerzamanki