IX. Hanımın Çiftliği ve Nazım Hikmet-Necip Fazıl Polemiği

Türkiye televizyonlarında yayınlanan dizilerin senaryo ve kurgu kalitesi artıyor. Bazı karakteristik züppeliklerin seyr-ü seferi devam etse de, diziler edebiyat dünyasının özenle işlenmiş eserlerine sırtlarını dayarken, dizi deneyimleri artan üreticilerin ve karakter oyuncusu olma özellikleri şaşılacak derecede nitelik değiştiren oyuncuların ortaya koydukları performans takdir edilecek düzeyde.

Bu dizilerden biri de Orhan Kemal’in ünlü eserinden uyarlanan “Hanımın Çiftliği”. Mehmet Aslantuğ, Özgü Namal ve Caner Cindoruk’un oynadığı Hanımın Çiftliği dizisi ilerleyen bölümleriyle ciddî bir izleyici kitlesini ardına takmış durumda.


Dizi çalkantılı bir dönemi, gerçeğe en yakın yerlerden ve özenle seçilmiş mekanlardan, kostümlerden ve karakterlerden günümüze düşürüyor. Adana’da bile kullanımdan düşen gündelik dilin kıkırdak dokuları olan özel yöresel betimlemeler, tarihsel vakâlar, sosyal ve ekonomik olaylar, çok farklı ve toplumdan özenle seçilmiş tipler, akıcı bir öyküyü neredeyse içinde yaşanılır olan bir hayat olarak canlandırıyor.

İzleyici, sımsıcak detaylar ve figürlerle şoklanmış bir halde dizinin kendine özgü hüzünlü müzikleriyle Adana’nın Tepebağı’ndan, Büyüksaat’ine ve Seyhan Nehri’nin bereketli sularının canlandırdığı yemyeşil topraklardan geçip 50’li yıllara demirliyor; özel koleksiyonlardan seçilmiş antika arabalarla geziyor, makineleşmenin yok ettiği çırçır fabrikalarında çalışıyor ve bisikletlerle, at arabalarıyla gidilen yollardan geçirilerek ham Adana’nın ham kokularından özelliksiz dış dünyaya öfkeyle doluşan samimiyetlerle karşılaştırılıyordu.

Adanalı dizisinin cıvık ve samimiyetsiz, köksüz dilinden çok uzak, çok ayrık“Kıllîcık (küçücük), cıncık (cam)”, dezze (teyze) gibi kendine özel diliyle seslendiriyordu Adana’yı Orhan Kemal.

Kabak Hafız tipi ve Bereket Baba ağacı hurafesiyle günümüz türbelerini ve adak yerlerini münasip bir dille yeriyor, Zaloğlu Ramazan tipiyle de gezgin ruhluların adalet ve içtenlik kokan dönüşümlerini tahlil ediyordu. Muzaffer Bey ile Güllü ikilisinde tereddüt geçiren her bir karakter uzvu, gecikmeyen itirafların ve net duruşların belkemiğinde dimdik ayakta kalıyordu. Kemal ve Halide ile terkip değiştiren, Cemşit ve oğlu ile cehaletin resmini çizip, Berber Reşit ile sinsiliğin, fırıldaklığın damarlarını deşifre eden Orhan Kemal’in her bir karakteri gerçeğin ortasından alınmış olduğunu açıkça haykırıyor. Renan ,Fransız kültürüne teşne olmakla ince mizahın katır karasından seçip alınıyor, çiftlikten kapı dışarı ediliyordu.

Oğlu Işık Öğütçü şöyle değerlendiriyor diziyi:

“Çok beğendim. Tabi ki, kitabın mantığıyla dizi, sinema mantığı çok farklı. Kitabın kurgusu farklıdır, okuyucuya farklı bir dünya yaratır. Ama dizi sana onu sunar. Orada bazı yan unsurlar olacaktır, senaryonun gelişmesi için ileriye dönük birtakım düşünceler olacaktır. Burada önemli olan, Orhan Kemal’in düşüncesine karşıt herhangi bir düşünce yapısı olmaması. Bu tür eklemelere anlayışlı bakmak lazım. Oyuncu seçimi, oyuncuların bu kitabı çok iyi özümsemiş olması, Adana şivesiyle konuşmaları, Zaloğlu’nun hareketleri çok güzel. Daha oyunculardan kimseyle görüşmedim, ama proje koordinatörü, yönetmeni, yapımcısıyla görüştüm. Hepsi bu heyecanı yaşıyorlar. Orhan Kemal’in bu eseri günümüze de getirelebilirdi ama o dönemi çekmek gerçekten yürek isteyen bir şey. Kitap tek partili sistemden çok partili sisteme geçişi anlatıyor. Oradaki birtakım yapıları anlatabilmek, dekoru sağlayabilmek çok büyük bir emek. Bundan sonra çok güzel gideceğini tahmin ediyorum. İlerleyen bölümlerde ne olacak görmek lazım. Şimdilik beni, ailemi, Orhan Kemal’i tanıyanları memnun etti.”

Işık Öğütçü az rastlanır bir doğallıkla gerçeğin dudak uçlarına yansımasına aracılık eden sözcüklerine devam ediyor:

“Bu dizinin olması, “Hanımın Çiftliği üçlemesini (Çukurova yöresiyle ilgili romanları Vukuat Var, Hanımın Çiftliği ve Kaçak ) ön plana çıkaracak. Orhan Kemal'i bir kere okuyanlar da vazgeçemeyecekler. Babama bir kere sormuşlar, “Orhan Bey, en hızlı yazdığınız eseri kaç günde bitirdiniz?” diye. Babam, “Vukuat Var” kitabını yirmi günde yazmış. Ve daktiloyla… Dört yüz sayfalık bir kitap. Bu nasıl bir tempodur, nasıl bir duygu selidir. “Daktilonun başına oturduğum zaman her şey bitmişti” diyor. Eski yazarların böyle bir özelliği var. Bazen yazıyor, beş gün ara veriyor. Bakıyorum, oturur oturmaz kaldığı yerden devam ediyor. İnsan unutmaz mı yani? Kalemiyle geçiniyordu. Çok hızlı yazmak zorundaydı. Çünkü yazdıklarıyla geçiniyorduk. İşte böyle hızlı bir tempo, böyle bir yaşam ve bu yaşamın içinde siz ayakta duruyorsunuz, kaleminizi satmıyorsunuz. Çok defa babama teklifler gelmiş, “Türkiye’de güzel şeyler de oluyor Orhan Bey, biraz da onları görüp yazsanız?” Babam mesajı alır, “Evet, ama çok sıkıntı çeken insanlar var, açlık, sefalet, işsizlik varken, ben nasıl pembe tablolar çizen roman yazabilirim ki?” dermiş.”

Fakat, ekranda romanın ve dizinin doğallığını bozan bir kılçık dolaşıyor birdenbire. Ölüler mezarlarında dürtülüyorlar ve gereksiz bir polemik bilhassa taraf tutularak bugüne taşınıyordu. Necip Fazıl, en büyük zaafından yakalanıyor ve bel altından bir vuruş yiyordu.

Sahne: 50’li yılların Adana’sında Berber Reşit’in dükkânı. İnsanlar saat başı ajansı dinlemek üzere berber dükkânına gelmişler; yüzlerini Berber Reşit’in yeni aldığı radyoya dönmüş vaziyette sinema düzeninde oturmakta ve parasını ödeyecekleri çaylarını yudumlamaktalar. Siyasî haberleri aktaran spiker, polisin bastığı kumarhanede Necip Fazıl’ın da bulunduğunu söyledikten sonra, Necip Fazıl’ın neden orada bulunduğuna dair açıklamasını verir:” Ben gazeteciyim, bu sebeple oradaydım”. Berber Reşit’in dükkânında bir kahkaha kopar, dinleyiciler alaylı tavırlarla Necip Fazıl’ın açıklamasına inanmadıklarını belli ederler.

Orhan Kemal, Necip Fazıl’a neden vuruyordu; ne olmuştu? Biraz irdelendiğinde ilginç bir polemik zincirinin halkalarında taraf tutan Orhan Kemal’in nedenleri ortaya çıkacaktı. Orhan Kemal, Nâzım Hikmet’in yetiştirmesiydi ve Necip-Nâzım çekişmesi tarihseldi. Çırak elbette ustasını tutacaktı; fakat bu çok acımasız bir hamleydi. Peki, Orhan Kemal kimdi? O aslında halkı anlatmasına rağmen ilk dönem cumhuriyet aristokrasisinin bir çocuğuydu.

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası, 1920-1923 döneminde birinci B.M.M.’de milletvekilliği, 3 Mayıs 1920’de Vekiller Heyeti’nde Adliye Bakanlığı yapan ve 26 Eylül 1930’da Adana’da Ahali Cumhuriyet Fırkası’nı kuran Abdülkadir Kemali Bey’dir. 1938'de Niğde'de askerliğini yaparken "Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak", "yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik" suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkum edildi. 1940'ta, Bursa Cezaevi'nde tanıştığı Nazım Hikmet'in toplumcu görüşlerinden etkilendi; kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal'i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu. O tanışma anını anılarında şöyle dile getirir, Orhan Kemal:

“Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım…Bir heykel sükunu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum... Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze…Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor… Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü, yahut tanış bir yüz arandı… Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikâr bir tarzda ciddileşmeye çalışarak: -Ben Nazım Hikmet! Dedi.”
Bu tanışma, onun sanat yaşamının belirginleşmesinde bir dönüm noktası oldu: “Benimle inceden inceye uğraşıyordu. O kadar ki, ‘yarı aydın’lığımdan, yahut ‘küçük burjuva’lığımdan gelen ‘vıdıvıdıcı’ tabiatımla, birtakım huy ve telakkilerime varana kadar her şeyimle…”

Maalesef Orhan Kemal tarafsız olamadı. Haksızlığa ayna tutarak birkaç Necip-Nâzım atışmasını buraya alalım:

Polemik 1:
Bir edebiyat toplantısı sırasında Nazım sahnede şiir okur ve akabinde oturan topluluk içinde bulunan Üstad'ı sahneye davet eder ve Üstad'a şöyle bir teklifte bulunur:
-Bir tane ben kendi şiirimden okuyayım, bir tane de sen kendi şiirinden oku.
Üstad kendi şiirini okumayı pek doğru bulmadığını söyler ve Nazım'ı kendi silahı ile vurmanın tadını hissedercesine teklife teklif ile karşılık verir:
-Ben senin şiirinden bir tane okuyayım sen de benimkilerden bi tane oku.
Nazım bu teklifi kabul eder ve başlar Üstad'ın 'Ölünün Odası' şiirini kendine has üslubu ile okumaya. Şiir biter salonda bir alkış patlar. Sıra Üstad'a gelmiştir. Üstad Nazım’ın sonu 'in-çık, çık-in" şeklinde biten şiirini düz bir şekilde okur ve bitirir. Salonda derin sessizlik... Üstad nükteyi patlatır, noktayı koyar;
-Bak Nâzım! Benim gibi adam senin şiirini okuyor da yine de bişey olmuyor.

Polemik 2:
Nâzım Hikmet'i gırizî hararet mesafesinden, yani çok yakından tanımayan, onun ne heykelleşmiş bir ahmak olduğunu anlayamaz ve bu hükmü, derin bir anlayışı yoksa, eserlerinden çıkaramaz. Nâzım Hikmet, uzun boyu, altun renkli saçları, çakır ve çiğ gözleri, çilli ve tozpembe yüzü, şapşal çehre hatları ve küçük ve yusyuvarlacık kafasiyle, insana ilk bakışta yakışıklı hissini veren, bilhassa maymunvârî içeriye doğru tuttuğu sarkık elleriyle bu halini mühürleyen bir aptaldır. O kadar aptal ki biraz sıkıştırılınca "ben sizin yanınızda şahsiyetimi ve kafamı kaybediyorum!" diyecek ve yağlı kasketini altun saçlarına oturtup kaçacak derecede... Her şey onda, geri, ileri, sınıf, zümre, burjuva, köylü, patron, işçi gibi tabirlerle, Moskova tertibi ezberleme bir logaritma çerçevesi içinde ve birkaç kelimelik leke sabunu (prospektüs - târife)leri halinde… (Hengame, Necip Fazıl, Bâb-ı Âli)

Polemik 3:
Bir akşam Mistik Şair, Rasim Us'a teklifte bulunuyor:
- Gel seninle hapishaneye kadar gidip Nâzım Hikmet'i ziyaret edelim!
- Vakit geç... Bırakmazlar...
- Gazeteci olduğumuzu söyler, kim olduğumuzu belirtir, girer ve görürüz.
Gittiler, hürmetle karşılandılar ve tel örgünün arkasında Nâzımla karşılaştılar:
- Nâzım, dedi Mistik Şair; benim rejimim olsaydı seni asardım ve bu, adaletin ta kendisi olurdu. Fakat hiçliğin rejiminden gördüğün mesnetsiz zulmü asla kabul edemeyeceğim için seni görmeye geldim!
Nâzım Hikmet, parmakları bir maymun kavrayışiyle tel örgünün deliklerinde, çivit rengi gözleri yaş dolu, şu cevabı verdi:
- Benim rejimim de olsa, ben de seni asardım. Ama inanmış olmanın haysiyetini ve sanatta "eski"nin en yükseği olmandaki değeri inkâr etmezdim.

Polemik 4:
Nihayet Nazım'a bir gün dedim ki: -Peyami ve bir iki üniversite profesörü de vardı-
-Gel seninle bir gece adamakıllı nefs muhasebesine girişelim...
-Ne diye efendim? Ne lüzum var buna? diye karşılık verdi.
-Yahu, dedim; İnsan inandığı şeyde bile gizli bir (antitez) muhafaza eder, bir şüphe. Gel konuş, ne korkuyorsun?
Geldi. Sabaha kadar konuşuldu. Gün ışıldadı, mavi bir pudra dökülmüş gibi camlarda ilk ışıklar. Birden kalktı ayağa:
-Ben daha fazla aranızda duramam, şahsiyetimi kaybediyorum! dedi.
Peyami de, "Yuuha" diye bağırdı arkasından... Çıktı gitti. Yani bir adam ki, hakikati teslimden korkuyor ve kaçıyor. Hiç olmazsa hakikat benimkidir de ve dayat! Çok enteresan bir psikoloji. Bütün bunlar ilk muvaffakiyetlerini sahte tılsıma borçlular.

Polemik 5:
Necip Fazıl'ın mektubundan,
Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.

Bu polemiğin gölgesine rağmen dizinin bir dönemi anlatması çok dikkat çekici olmasını sağlıyor. Tarımda ve sanayide modernleşmeye övgü, kültürel anlamda batılılaşma eleştirisi ile birlikte daha anlamlı duruyor ve günümüzdeki arayışların neden hâlen sürüyor olduğunu da net bir şekilde izâh ediyor. Cehâletle yan yana ilerlemenin imkânsız olduğunu güzelce anlatıyor Orhan Kemal.

Birkaç ayrıntı vererek olguyu somutlaştıralım;dizinin çekimlerinin yapıldığı dört ana mekândan birisi olan ve Muzaffer Bey'in evi olarak kullanılan konak, Adana'ya 25 km. uzaklıkta bulunan Karataş İlçesi'nin Karaahmetli Köyü'nde inşa edildi. Konağın çatı kiremitleri, o dönemde kullanılan kiremitlere uygun olması için Eskişehir'den getirtildi.Toplam 10 bin metrekarelik bir alan içerisinde yer alan konak 800 metrekare yer tutuyor. İki kat ve 12 odadan oluşan konak yapılmadan önce, aynı yerde ahşaptan yapılmış eski bir ev vardı ve bu dizide kullanılacak konağın yapımı için bu ev yıkıldı. Yıkım işlemi tamamlandıktan 33 gün sonra da, inanması her ne kadar güç olsa da halihazırdaki bu konağın yapımı sona erdi. Her bir katı 3,5 m. yükseklikte olan konağın inşaatında her gün 50 ila 100 kişi çalıştı. Konağın çevresindeki ahşap binalar tadilatla garaja çevrildi. Muzaffer Bey'in de kullandığı döneme ait 15 araba, Türkiye'nin dört bir yanından getirtildi. 3 adet fayton, 10 adet at arabası alındı. İlk bölümün çekimlerinde 1280 figüran rol aldı. Muzaffer Bey'in sahibi olduğu çırçır fabrikası ve döneme ait makineler Çikobirlik'ten temin edildi. 1000 adet dönem kostümü diktirildi. Dizinin çekimlerinde 80 kişilik bir set ekibi görev alıyor.

Faruk Tamer, 23. 03.2010


Film ile İlgili Teknik Bilgiler:

Yönetmen: Faruk Teber, Nisan Akman (35. Bölümden itibaren),Cemile Kırmızı Karadaş
Senaryo (Kitap): Orhan Kemal
Senaryo: Zülküf Yücel, Elif Usman Ergüden-Nuran Evren Şit-Zeynep Özlem Havuzlu, 33-35. Bölümler: Gamze Özer17-32. Bölümler: Ayhan Sonyürek - Hale Çalap - Kurtuluş Balekoğlu - Pınar Ordu - Feza Doğru, 1-16. Bölümler: Zülküf Yücel - Elif Usman - Hürer Ebeoğlu
Kurgu Yönetmeni: Engin Öztürk
Görüntü Yönetmeni:Eyüp Boz
Müzik: Mazlum Çimen - Saki Çimen
Oyuncular: Muzaffer: Mehmet Aslantuğ, Orhan: Fikret Kuşkan, Güllü: Özgü Namal, Kemal: Caner Cindoruk, Cemşir: Mehmet Çevik, Kabak Hafız: Ali Düşenkalkar, Berber Reşit: Hakan Boyav, Halide: Ebru Özkan, Zaloğlu Ramazan: Necip Memili, Zehra: Zuhal Gencer Erkaya, Gülizar: Evrim Solmaz, Yılmaz: Kadir Özdal, Yasin Ağa: Can Kolukısa, Seyyare: Işık Aras, Meryem: Güzin Çorağan, Pakize: Tuğçe Ersoy, Hamza: Haki Biçici, Paşazade: Tayfun Sav, Neriman: Zeynep Kaçar, Zekai: Tayfun Eraslan, Fattum: İmer Özgün, Muhsin Usta: Turgut Bağır, Hacer: Nazan Ayas, Ahmet: Burç Kümbetlioğlu, Madam Emma: Hülya Böcekli
Konuk Oyuncular: Ramazan'ın Babası: Ercan Yazgan, Renan: Makbule Meyzinoğlu, Selim: Barış Çakmak, Milletvekili: Erkan Petekkaya, Komutan: Burak Tamdoğan
Proje Tasarım: Faruk Teber - Zülküf Yücel
Sanat Yönetmeni: İskender Değirmenci, 1-34. Bölümler: Dilek Yelence
Yapım Sorumlusu: Seda Turgut
Kostüm Tasarım: Attila Türkantoz
Yardımcı Yönetmen: Ayhan Özdemir, 1-34. Bölümler: Seben Delice
Yapım Koordinatörü: Ferhat Eşsiz
Proje Sorumlusu: Muhittin Elibol
Proje Koordinatörü: Ahsen Tüzün
Ses Miksaj: Bülent Taban
Türü: Dram, Psikolojik, Sosyolojik, Romantik
Orijinal Adı: Hanımın Çiftliği
Yapımcı: Faruk Turgut
Yapım Şirketi: Gold Film
Yapım Yılı: 2009
Yapım Ülkesi: Türkiye
Web Sitesi: http://www.haniminciftligi.com/ 
Orijinal Dili: Türkçe
Dağıtım: Warner Bros Pictures
Vizyon Tarihi: 2 Nisan 2010
Süresi: 118 dk

Yararlanılan siteler:
http://www.orhankemal.org/t.htm
http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?showtopic=7330
http://www.haniminciftligi.com/
http://tr.wikipedia.org/wiki/Orhan_Kemal